Artık evden çıkıyorum.
Bir sabah seansında Nihat Bey’e
dedim ki,
-Ben araba kullanabilir miyim?
Baştan çok sevimli gelmedi ama
benim çok inançlı oluşumu görünce
-
Deneyebilirsiniz.
Dedi. Hemen arkadaşımı aradım ve
beni dışarı çıkartmasını istedim. Hastalandığımda arabamızı ona bırakmıştık.
Sağ olsun koştu geldi. Hemen Kağıthane’deki sürücü kursu pistine gittik. O
zaman denemek istediğimi ve yanıma oturmasını istedim.
Oldu.
Kullanabiliyordum. Çok garip
gelmişti. Sürücü koltuğuna oturduğum on altı yaşım aklıma geldi.
Eve kadar ben geldim hatta. Ve
hatta evimin bulunduğu sokağa – ki eskiden de öyle yapardım – geri geri girdim.
Bu çok sevindirici bir şeydi ve büyük bir gelişmeydi. Artık her gün eşime bir
yerlere gitmeyi teklif eder olmuştum. Özgürdüm ve İstanbul yeniden benimdi.
İlk araba kullanmamı sabah
heyecanla Nihat Beye gururla anlattım. Çok sevindi. Çok mutluydum çünkü.
Ertesi sabah içim içimi yiyordu.
Bir bahane bulup dışarı çıkmalıydık. “Hadi çay içmeye Karaköy Kahvesine gidelim”
Şöyle bir karar aldık birlikte.”
Hastalanmadan önce sevdiğim şeyleri yemeye gidelim” dedik.
Artık hem yemek yiyebiliyor hem
de araba kullanıyordum ya tadını çıkarmalıydım iyileşmenin.
Öne Balattaki kuru fasulyeciye gittik.
Hem hastane kontrollerim vardı hem de dışarı çıkmak için bahanem. Kuru fasulyeyi
çok severim. İstanbul’un en iyi yerlerini arar bulurdum eskiden. Sadece Karadeniz
kuru fasulyesini mükemmel yapan yerleri değil ama, şöyle bol sulu kamyoncu kuru
fasulyesi yapan yerler vardır. İnşaat alanında, benzinliğin içinde falan
kimsenin bilmediği yerler. Balat’taki çömlekteki fasulye daha önce dikkatimi
çok çekmişti ama hiç vaktim olmadığından uğrayamamıştım. Bu gün o günmüş.
Hayatta daha içilecek suyun
varmış, alacağın nefes varmış derler ya. Benimki de o hesap. Daha yiyecek kuru
fasulyem varmış gibi oldu. Daha sonra birlikte olduğum her eski arkadaşıma bu espriyi
yaptım.
-
Daha birlikte içilecek çayımız varmış.
Artık dışarı çıkabildiğime göre
her yer benimdi. Karaköy Kahvesi çok sık gittiğim bir yerdi. Beni orada
tanırlar, severler. Oraya çok sık gider olmuştuk. Hemen hemen her gün oraya
gitmek için bir bahane buluyordum.
Eskiden sevdiğim her şeyi yemeye
çalıştırıyordu eşim. O da alışmıştı. Her gün bir yerlere gider olmuştuk. Çapa’da
hastanenin tam karşı sırasında nefis bir lahmacuncu vardır. Oraya gittik
örneğin. İstanbul’daki en iyi Gaziantep lahmacununu orası yapar bence. Çok lüks
bir yer değil. Hatta çocukluğumdaki lahmacuncu gibi nostaljik bir yer. Hani şu
çok meşhur bir Unkapanı pilavcısı vardır ya oraya gittik. Dönerciler,
pideciler, tatlıcılar bütün gün geziyorduk.
Hastalanmadan önce gezemediğim
her yere gidebilir olmuştum. Ertesi sabah Nihat Bey’e her şeyi anlatıyordum. Her
sabah dinlemekten sıkılıyorduk belki ama ben anlatmaktan sıkılmıyordum.
Öğleden sonra da çıkıp başka bir
hastanede bulunan el-parmak robotu – bir fizik tedavi cihazı- ziyaretimiz
oluyordu. O hikayeyi başka bir yazıda uzun uzun paylaşacağım.
Sevgiyle kalın.
Bana
ulaşmak isterseniz, hasta yakınlarının ve hastaların neler hissettiği
sorarsanız ve biraz morale ihtiyacınız olursa bana mail ile ulaşabilirsiniz.
Bloğumu
takip ederseniz sizlere tüm deneyimlerimi paylaşacağım. Ve eğer sosyal medya
hesaplarınızda paylaşırsanız pek çok insana moral verebilir.
Herkese
acil şifalar. Dilerim.
Gürkan